ANA SAYFA

YERLİ YABANCI GAZETE VE İNTERNET SAYFALARINDAN SON DAKİKA GELİŞMELERİ-YAZARLAR ANLIK GELİŞMELER ULUSAL BASINDAN HABER BAŞLIKLARI-SON DAKİKA HABERLERİ RSS SON DAKİKA GELİŞMELERİ

Türk genci. İnkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.

*Tüm haber başlıklarından anında haberdar olmak için buraya tıklayarak gastem.net.tc ana sayfanız yapın!

27 Haziran 2008 Cuma

İşte O Haber teksatır.com..Örtünmeyen Ölür

İşte O Haber Örtünmeyen Ölür

Nilgün Güresin'in bu haftaki konuğu Psikiyatrist Prof. Dr. Aysel Ekşi...
Prof. Dr. Ekşi'ye göre 'Türkiye, irtica tehlikesinin farkında değil. Mısır'lı, Fas'lı, Cezayir'li kadınlar 'bizden ders alın, gafleti bırakın' uyarılarında bulunurken Türk kadınları hâlâ 'gaflet' içinde...'

Tesettürün uygulandığı bazı islam ülkelerinde; buna uymayan, başlarından ayak bileklerine kadar örtünmeyen kadınların şeriat hükümleri gereğince öldürülmeleri caiz sayılıyor. Şer'i kıyafet yasalarını ihlal etmekten, İran İslam devriminden bu yana, binlerce kadın hapis ve para cezasına çarptırıldı. Bazı ülkelerde kadın olmak zordur. İşte o ülkelerdeki bazı gazete manşetlerinden seçmeler: 'İran'da kızlar otobüse arka kapıdan biner...' / 'İslam'da eğlence yoktur...' / 'Kötü örtünme fahişeliktir...' / 'Cezayir'de İslami kıyafet giymeyen 15 yaşındaki kızı öldürdüler...' / 'Bangladeş'te bir kadını mirasta eşitlik istediği için asmaya kalktılar...' / 'Suudi Arabistan'da erkekten yol izni almayan kadın yolculuk yapamaz...' / 'Batılıların çoğu Suudi gözüyle fahişedir...'

Prof. Dr. Ekşi, bir hekim olarak psikiyatri alanındaki bilimsel çalışmalarının yanısıra, 'İslami yaşam biçiminde kadınının statüsü ve kadın-erkek ilişkileri' üzerine de çeşitli araştırmalar yapıp kitaplar yazmıştır. Prof. Dr. Ekşi, kadın hakları ve kadının güçlenmesi konularına eğilen sivil toplum kuruluşlarının aktif isimlerinden biridir. 1970'lerden beri bu konulara eğilmekte olan Prof. Dr. Ekşi, özgürlük ve insan hakları adına yıllarca Avrupa'nın himayesinde yaşayıp yeşermiş ve güçlenmiş bir Ayetullah Humeyni'nin; İran'a şeriatı getirdikten sonra, özgürlük ve insan haklarını nasıl yorumladığını, somut örneklerle gözler önüne seriyor. Prof. Dr. Ekşi: 'Türkiye'de, gelmiş geçmiş bütün politikacılar 'oy' uğruna ülkedeki genç demokrasiyi kullanmışlar; sinsice topluma nüfuz etmeye başlayan İslami yaşam biçimini görmezden gelmişlerdir. Bugün, tehlike ne yazık ki çok yakınımızda, irtica kapımızın önündedir.' Diyor.

Çeşitli kamuoyu araştırmaları ve medya haberleri de yukarıdaki savı destekler niteliktedir. Nitekim bugün aşırı dinci gruplar, hükümetler desteklememiş olsalar ve devletten büyük baskılar gelmemiş bile; belli bir güce ulaşırlarsa, o ülkede Müslüman insanların doğumdan, ölüme kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. İnsanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta ve baskı yapmakta engel tanımıyorlar. Bu baskıyı en çok hissedenler de, kuşkusuz şeriat rejimini istemeyen, çağdaş Müslüman kadınlardır.

'Ben dine ve dinsel inançlara saygılıyım. Ama 'dindar'la 'dinciyi' kesinlikle birbirinden ayrı görüyor ve son yıllarda dincilerin elinde dinin çarpıtılmasına kayıtsız kalamıyorum. Bugün ülkemizde öyle bir noktaya gelindi ki; İran'daki, Cezayir'deki, Mısır'daki kadınlar 'bizden ders alın' diye feryat ediyorlar. Yüzyıllar boyunca İslamiyet, dünyanın en yardımsever, ılımlı ve başka dinlere göre daha hoşgörülü olmasıyla anılırken; son yıllarda 'İslami uyanış' veya 'İslami diriliş' gibi adlarla ortaya çıkan siyasi akımlar bu özelliklerini gölgelemeye başladı. Bu siyasal akımlarda özellikle kadınların yaşam biçimini tümden değiştirme çabası dikkati çekiyor. İslamiyet'in erkek egemenliğine dayalı yönü vurgulanıyor; kadına eşitlik, adalet ve bağımsızlık verilmesini isteyen yönü dikkate bile alınmıyor. Katı ve sofu kurallar 'İslamiyet' adına yaşama geçirilmeye çalışılıyor...'

Prof. Dr. Ekşi'nin bu saptamaları ister istemez aklıma şu soruyu getiriyor: Türkiye, İran'da yaşanan gerçeklere rağmen, Humeyni'nin izini mi sürüyor? Bu merakla biz de kendisiyle 'Türkiye'de türban, laiklik ve din' konularını konuşuyoruz...

TEKSATIR: Sayın Ekşi, 'türban' krizine nasıl geldik? Bu süreci siz nasıl yorumlarsınız?

AE: İstanbul Çapa Tıp Fakültesi'nde doktorluk yaptığım yıllardı... Rumeli Caddesindeki muayenehaneme 1985'de gelen bir İran'lı kadın hasta: 'Ben Türkiye'ye ülkemin kokusunu koklamak için geliyorum. Ama her gelişimde artan camileri, Kuran kurslarını ve türbanlı kadınları görüyorum. Bizler de Şah'a rağmen, sevgili vatanımız İran'a böyle geri bir rejim gelmez, gelemez diye olayları hafife aldık. Bugün Türk kadınları da aynı gaflet içinde...' demişti. Bu cümleyi duyunca, sanki tokat yemiş gibi kalakaldığımı, tüylerimin diken diken olduğunu hala hatırlıyorum...

Yaşamını artık vatanı İran'ın dışında sürdürmek zorunda olan bu aydın kadın; ülkemizde okula gönderilmeyen kız çocuklarının sayısındaki artışı... Kadınlara yönelik şiddet ve töre cinayetlerininin önlenemeyen yükselişini... İslami eğitimi ve yaşam biçimini öneren dini yayınların ve camilerin akıl almaz ölçülerde artmasını... Tıpkı Humeyni öncesi İran'daki hazırlık dönemine benzetmekte ve bizleri dostça uyarmaktaydı.

Aynı yıllarda, eşim, gazeteci Oktay Ekşi'ye de 'Siyasal İslam' konusunda duyarlı olan kadın ve erkeklerden sık sık uyarı telefonları ve mektupları gelmeye başlamıştı. Laikliğin ciddi bir tehlike altında olduğunu anlamaya başlamıştık. Bu duygu ve düşüncelerle; Türkan Saylan, Necla Arat ve Aysel Çelikel ile beraber, 1989'da 'Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ni kurduk. ÇYD olarak ilk çıkışımız, Türkiye'nin irtica tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, devletin en üst kademesine büyük bir imza kampanyasıyla duyurmak oldu. Bunu, akademik çevreden iş dünyasına, 10 bin kadar kadının katıldığı İstanbul Okmeydanı'ndaki 'laiklik yürüyüşü' izledi. Suna Koç ve Beyhan Eczacıbaşı gibi tanınmış kişiler de yürüyüşe katılarak destek verdiler.

ÇYD'nin kuruluşunda Başkanlığını ben yaptım, daha sonra görevimi Sayın Türkan Saylan'a devrettim. Dernek, düzenlediği paneller, seminerler ve yayınlarla toplumda irtica tehlikesine karşı bilinç yükseltici çalışmalar yaptı. Önemli ve saygın bir sivil toplum kuruluşu olarak kendisini ispatladı. Ben de hekimliğimin yanısıra sivil toplum kuruluşlarında aktif rol alarak, özellikle 'gençliğin sorunları' üzerine araştırmalar yaptım ve gençlerin 'Siyasi İslam' ile ilişkisini anlamaya çalıştım.

TEKSATIR: Bu konuyu biraz açabilirmiyiz? Bir taraftan 'türban' takarak saçının tek telini göstermek istemeyen, diğer taraftan da süslenen ve hatta yoğun makyaj yaparak sokağa çıkan bir genç kadın kitlesi var. Bu bir ikilem, bir kimlik karmaşası değil midir?

AE: Türban ilk takılmaya başladığında, İstanbul Tıp Fakültesi'nin kız öğrencileriyle sohbet ederdik. O zamanki düşünceler ve motivasyon daha farklıydı. Öğrenciler, 'Başımızı örtmek, bizleri erkeklerin bakışlarından, tacizlerinden koruyor. Böylece bacı muamelesi görüyoruz.' derlerdi. Ama şimdi konu tamamen saptırıldı ve siyasileştirildi. Kadınlar ve gençler partilerin hedef kitleleri oldular. Siyasal İslam ve onun simgesi olan türban konusunda siyasi partilerce seçilip eğitildiler. Kendi çevrelerindeki diğer gençleri de maddi ve manevi etkileme sanatını öğrendiler. Türbanına söz söyleyenlere nasıl davranılır ve ne karşılık verilir konularında davranış bilimleri dersleri aldılar. Ancak ikilemden kurtulamadılar. Zira İslami simge olan türban; bir yanda cinsel açıdan kadını koruyan zırh rolünü üstlenirken, diğer taraftan kadının doğasında olan süslenme içgüdüsü ve özgüvenle birlikte bu günkü özgün tarzına ulaştı...

TEKSATIR: Anlattıklarınızdan, Türkiye'de gençliğin hala en büyük sorunlarından birinin kimlik ve aidiyet sorunu olduğunu görüyorum. Yaşam biçimine yönelik seçimlerinde özgür değiller; çabuk etki altına girebiliyorlar. Gençlik bir yandan batı kültürü ve normlarını benimserken, bu değerlere karşı da çıkıyor. Diğer yandan da gelenekleri savunan bir İslami yaşam biçimini de kabullenebiliyor. İslami yaşam biçimi kimlik arayışını ortadan kaldırabilir mi sizce? Kimlik kargaşası sonunda tek bir kimlik ve yaşam biçimi olarak İran modeli seçilebilir mi? Böyle bir 'model' özellikle Türk kadınından neler götürebilir?

AE: İran modeli, şeriat hükümlerinin özellikle kadınlara yönelik uygulanması amacıyla Türkiye'ye ithal edilmek istenilen yaşam biçimidir. Kadını ezip baskı altında tutar. İslami rejim kadını 'birey' olarak tanımadığı için, bugün İran'lı bir kadın mahkemede tanıklık yapamaz. Bekâr kızdan, bakire olduğunu gösteren rapor istenir. Geçici evlilik ve kumalık, siyasal İslam'ın olmazsa olmaz kurallarıdır...

Şah'ın devrilip, Humeyni'nin ktidar olmasıyla o dönemlerde din adına 12 bin kişinin idam edildiği nasıl unutulur? Geçtiğimiz Nisan, erkeklerle eşit haklar isteyen İranlı kadınları ahlak polisinin coplatıp, tutuklattığını; gazetelerde ve televizyonlarda ibretle izlemedik mi? Ancak sadece kadınların değil, örneğin kısa pantolonu ile evinin bahçesinde çim biçen erkeğin de kendisini başkalarının namus bekçisi olarak görenlerin saldırgan söz ve davranışlarına hedef olduğunu biliyoruz... Böyle bir Türkiye mi istiyoruz biz? Türk kadınları ve erkekleri geleceği böyle mi yaşamak istiyorlar? Bence bunun en önemli nedenlerinden biri yıllardır biriktirilmiş bir intikam içgüdüsüdür...

TEKSATIR: Kim kimden intikam almak istiyor?

AE: Özellikle büyük kentlerde yıllardan beri kendini dışlanmış hisseden kitle; artık sermaye sahibi, medya sahibi ve para sahibi. 'Biz de 'sizler gibi' yaşamak, büyük şehrin nimetlerinden yararlanmak istiyoruz' diyorlar. Kadınlar 'Biz de 'sizler gibi' şık olmak istiyoruz' diyorlar... Türban takıp, uzun elbiseler içinde gezenler; içlerinde en pahalı ipek iç çamaşırlarını, ziynet eşyalarını taşıyorlar. Tesettürlü kesim için yapılan özel defilelere, gelişen moda sektörüne bir bakın... Burada türban takmayan kesimle, tutucu kesim arasında bir yarış görüyoruz. Bugün türbanlı kesim, adeta imtikam almak istermiş gibi bizleri, kentliyi dışlıyor. İşin ekonomik boyutuna gelince... Moda sektörü yeni bir tüketici kitlesi kazandı. Uzun etekli elbiseler, ipek eşarplar, gösterişi tetikleyen değerli ziynet eşyaları, rahat rahat harcanabilen varlıklar...

Ülkesi İran dışında yaşamak zorunda olan bir başka ünlü kadın gazeteci-yazar Amir Taheri, türbanla ilgili olarak şu bilgileri veriyor bize: 'Bu yeni biçim başörtüsü Hıristiyan rahibelerin örtüsünden taklit edilmiştir. 1970'den beri kullanılmaktadır. O tarihte İmam Sadr, Şii toplumu ile Tahran arasında bir birlik kurmak üzere, Şah hükümeti tarafından Lübnan'a gönderilmişti. Bugün bu tip başörtüsü, aşırı dincilerin başörtüsüdür. Bunlar İslam dininin, Müslümanların, çağı yakalamalarından alıkoymak için kullanmak amacındadırlar. Eğer ayetlerdeki 'hicap' sözkonusu olsaydı, önemli olan saçı değil, yüzü kapatmak olurdu. Aşırı dincilerin esas amacı onların savundukları gibi, kadınların saçlarından yayılan radyasyonla delirip, sevişme isteği ile dolu erkeklerden kadınları korumak değildir. Esas fikir kadınlara hükmetmek, onları temel haklarından yoksun bırakmak ve kısaca onlara 'hadlerini' bildirmektir. Ben Beyrut'ta yüzleri korkunç şekilde yanmış genç kızlar gördüm. Kendilerini Allah'ın partizanları sayan sözde dindar kişiler, genç kızların yüzlerine kezzap atarak onları korkunç bir şekle sokmuşlardı. Bu kızlara yüklenen tek suç, erkeklerin emrettiği peçeyi takmamış olmalarıydı...'

TEKSATIR: İslami görüş ve yaşam biçimini zorlamayla, 'Mahalle Baskısı' ile kabul ettirmek isteyen bu yeni sosyal gelişmeyle nasıl baş edilir acaba sizce? Bu baskı ilerde, Türkiye'de de başını bağlamayan kadınların yüzlerine kezzap atılma şekline dönüşebilir mi?

AE: Bugün Fas'daki öğretmenlerin durumu 'Mahalle ve Komşu Baskısı'na verilecek en somut örneklerdendir. Başını örtmeyen öğretmenler dışlanıp çevrelerinden koparıldılar. Mahalle, semt, hatta ülke değiştirmek zorunda bırakıldılar. Baskıya dayanamayanlar ise en sonunda İslami giyim tarzını kabullendi. Oralarda din adamları, 'Açık kadın fahişedir. Ona saygı duyulmaz. Ona mal satılmaz. Satan dükkânlar tahrip edilir.' söylevleri verdiler. Töre kanunları, daha önce olmayan yerlerde bile hortladı. İşte size bir başka örnek daha: Bugün Suudi Arabistan'da, günlük yaşantı namaz saatlerine göre ayarlanıyor, kanun böyle. Namaz sırasında bütün iş yerleri, dükkânlar, hatta alışveriş merkezleri ve televizyon ekranları kapatılıyor. Herkes namaza gitmeye mecbur. Din polisleri her an peşinizde. Kız-erkek arkadaşlığı söz konusu bile değil. Ama kapalı kapılar ardında, herkesin bildiği bir sürü aykırılıklar yaşanıyor, şeriat yasakları adeta reddediliyor. Bütün dünya biliyor ki evlerde bira, votka, şarap üretiliyor ve içiliyor.

Konunun psikiyatri açısından da ayrı bir boyutu var: Dinsel baskıların olduğu, tutucu kapalı toplumlarda; ruhsal sorunlar açıkça konuşulup tartışılamadığı için çözüm de üretilemiyor. Cinsel taciz buna iyi bir örnektir. Toplum tutumu ile cinsel taciz olaylarını onaylamayan, bu kişileri dışlayan, halkını bilinçlendiren ülkelerde sonuç alınırken; kapalı toplumlarda sorunları namus adına, günah adına, ayıp adına sadece ertelersiniz...

TEKSATIR: Namus adına, günah adına, ayıp adına; bu ruhsal tutarsızlıkları tartışmayıp görmezden gelmek, diğer toplumsal hastalıklara davet çıkarmak değil midir? Adı konmasa da, bizim toplumumuzdaki tutucu kesimde evlilik dışı ilişkilerde bir artış olduğunu araştırmalardan biliyoruz. Böyle bir yaşantıya ekonomik ve sosyal nedenlerle boyun eğen veya kabul eden kadınların çoğu kapalı... Bu nasıl bir çelişkidir? Bir taraftan namus adına, din adına türban takıp, diğer taraftan kendine olan saygını ayaklar altına alarak evlilik dışı bir ilişkiye göz yumacaksın... Bir hekim olarak böyle örneklerle karşılaşıyor musunuz? Bu çelişkiyi nasıl açıklayabilirsiniz?

AE: Türkiye'de kadın cinselliği çok vurgulanıyor. Bunu biraz da magazin medyası belirliyor. Ama asıl neden, birçok kadının başka hayatı olmamasıdır. Hemcinsleriyle cinsellik üzerine deneyimlerini paylaşıyorlar ve akşam olsun da erkek eve gelsin diye yolunu bekliyorlar.
Topluma mal olmuş kişiler bile hâlâ 'erkek değil mi, yapar' mesajları veriyorlar. Kadın kapatıldıkça, kadın-erkek sosyal beraberlikleri de azalıyor. Peygamberimizin yaşamından örnekler verilerek, kaç eşinin olduğu, İslamiyet'te kaç kadınla evliliğe izin verildiği sürekli tekrarlanır oldu. Böylece erkeklerin desteklediği, cesaretlendirdiği bu çevrelerde, evlilik dışı ilişkilerde bir patlama olduğu düşüncesindeyim. İlginç olan, bu tip evlilk dışı beraberliklerin kadınlar tarafından moda gibi benimsenerek, 'Allahın emri' olarak doğal kabul edilmesidir. Bedeninin bir parçasının bile açık görülmesini günah sayan bir çevrede, yasakların kadının daha seksi görünme istek ve davranışına yol açtığını düşünüyorum. Eve kapatılan ve üretken olmayan kadınların çevrelerinde cinsellik, en önemli zevk kaynağı olarak yaşanıyor. Erkeğin ise 2 kadınlı bir hayatı oluyor; biri yasal, diğeri de imam nikâhlı... Eve kapalı kadınların bir sürü psikolojik sorunları ortaya çıkıyor. Bu kadınları doktorlara götüren de 2 kadınlı erkekler oluyor... Bana bir gün yasal eşiyle geliyor; ertesi gün de metresiyle...

TEKSATIR: Bazı Arap ülkelerinde kapalı kapılar ardında üretilen ve tüketilen içkiler gibi... Peki, bir psikiyatrist hekim olarak Türk toplumunun ruh sağlığı hakkında neler düşünüyorsunuz?

AE: Ruh sağlığımızın çok da bozuk olmadığını düşünüyorum. Sıkı ve güçlü aile ilişkilerimiz var. Bu bir taraftan bazen gelişmeyi engellese de, diğer taraftan daha az depresyona girmemizi sağlıyor. Büyük Gölcük depremi sonrasında, bizi bu karşılıklı konuşup dertleşmeler kurtardı. Gelişmiş ülkelerle mukayese edilince, bizdeki sıkıntıların kökeninde; sorunların, zamanında açık açık konuşulup halledilmemesi yatıyor. Tabii bir de uzmana danışma bilinci gelişemedi. Türkiye'de özellikle kadınların hâlâ çözemediği bir başka problem var ki biz ona psikiyatri dilince 'conversion' yani 'histeri' deriz. Kadınların, hoşlanmadıkları durumlar olduğunda başvurdukları bir yöntemdir bu. Çoğu kez bilinçli olarak yapılmaz: Düşüp bayılırlar.

Gençlerin ruh sağlığı açısından, televizyonların çok kötü örnek oluşturduğunu düşünüyorum. Birçok televizyon programının uyuşturucu ve madde bağımlılığı ile şiddetin artışında büyük rolü olduğunu söyleyebilirim. Ancak refah toplumlarında daha da ciddi gençlik sorunları var. Saldırganlık ve şiddet olayları, uyuşturucu kullanımı, aids ve boşanma... Özellikle 14-19 yaş arasında intihar oranı çok yüksek. İntiharların nedenini araştırıp, çözüm üretebilme konusunda en başarılı ülke İngiltere. İngiliz Parlementosu böyle ciddi bir toplumsal sorunu Parlementoya kadar taşıyarak, olaya el koydu. Milli Eğim Bakanını görevlendirdi. Araştırmalar yapıldı ve intihar olaylarının en çok 'kendine güveni ve saygısı olmayan gençlerde' yaşandığı saptandı.
Türk gençliği hakkında şunu söyleyebilirim: Maalesef çok umutsuz ve karamsarlar. Ülkeden kaçıp gitmek istiyorlar. Bu duru m da beni bir hekim ve anne olarak endişelendiriyor...

TEKSATIR: Söyleşimizi sizin değerlendirmelerinizden cesaret alarak şu sözlerle bitirmek istiyorum: Türkiye'de kadınlar özgürlüklerinin değerini iyi bilmeli... Kadınların yaşamını sınırlamak, hiç kuşkusuz kadınları toplumda etkisizleştirmenin en iyi yoludur... İran'lı kadın gazeteci, yazar Amir Taheri'nin uyarısına kulak verelim: 'Politikada hiçbir şey asla değişmez değildir. En olgun toplumlar bile dikkatsizlik, tembellik ve sosyopolitik sorumsuzluk karşısında deliliğe doğru yuvarlanabilirler. Biliyorum ki, Türkiye'de bazı sorumsuz kişiler; güç elde etmek, bunu pekiştirmek ve koruyabilmek için dinci fikirler ile oynuyorlar. Onları uyarıyorum: Bunu yapmayın! Bu tehlikeli bir oyundur. Biz İran'da bunu denedik. Ülkemizin mahvolması ve 1 milyondan fazla hayatın bitmesi ile ödedik. Dini güç elde etmek için bir araç gibi kullanmak bir kaplana binmeye benzer. İnsan kaplanın sırtından inmeye mecbur olunca ne olacaktır? Türkiye çağdaş dünyaya katılmalı ve cehalete karşı yapılacak savaşta diğer İslam ülkelerine örnek olmalıdır.'

Prof. Dr. Sayın Aysel Ekşi, Teksatır adına çok teşekkür ediyorum size...

18 Haziran 2008 Çarşamba

Bir Cumhuriyet Belgeseli...Babalar ve oğulları .reha muhtar/



Vakit Gazetesi, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün dedesinin İstiklal Mahkemesi Başkanlığı yapan Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya olduğunu yazıyor...

Vakit’in ifadesiyle “Cellat Ali” lakaplıdır, İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya... Altemur Kılıç’ın babası da İstiklal Mahkemesi’nin Başkanı olan bir başka Ali’ydi...

O da Ali Kılıç’tı ve o yüzden Altemur Kılıç ne zaman bir yerde bir şey söylese “onun böyle söylemesi normal” denirdi, “babası Ali Kılıç onun...”

***


Bu ülkedeki kavgalara ve hesaplaşmalara dikkatli bakıldığında dedeler-babalar-oğullar ve kızlar biçiminde özetlenecek çok ilginç bulgulara rastlanır...

Bugün Anayasa Mahkemesi’nin göbeğinde, kamplaşan Türkiye’de saflara baktığınızda çok ilginç rastlantılar çıkartırsınız ortaya... Mesela AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Fırat beyefendi Doğu’da halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağıran ünlü Şeyh Sait’in torunudur...

“Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan politikalar ve özellikle Hilafet’in kaldırılması Doğu Anadolu’da Şeyh Sait isyanına neden olmuştu” diyor Vikipedi, Şeyh Sait’i olayını anlatırken... Hilafetin kaldırılmasından sonra şunlar oluyor kısaca:

“Şeyh Said’e bağlı kişilerin, Diyarbakır’ın Eğil nahiyesine bağlı Piran köyünde arama yapan bir jandarma müfrezesiyle girdiği çatışma (13 Şubat 1925) kısa sürede genişleyerek yaygın bir ayaklanmanın kıvılcımını oluşturdu... Darahini’yi basarak valiyi ve öteki görevlileri tutuklayan Şeyh Said halkı İslam dini adına çağıran bir bildiriyle tek bir merkez altında toplamaya çalıştı...”

Sonra Şeyh Sait’in emrindeki 5 bin kişilik kuvvet Diyarbakır’a saldırıyor...

Mustafa Kemal rahatsız olduğu için Heybeliada’da dinlenmektedir...

İsmet İnönü’yü Ankara’ya çağırıyor...

“Doğuda din elden gidiyor bahanesiyle İngiliz destekli provokatif ama ciddi bir ayaklanma başladığını” söylüyor...

***


Ve Ankara’da, Diyarbakır’da İstiklal Mahkemeleri kuruluyor... Askeri birlikler Şeyh Sait’le birlikte ayaklanan güçleri kuşatma altına alıp, teslim olmaya zorluyorlar...

Şeyh Sait tutuklanıyor...

İdam ediliyor...

83 yıl önce Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan Şeyh Sait isyanının iki önemli unsuru bulunuyor...

Doğal olarak Şeyh Sait’in kendisi...

Bir de onu yargılayıp idama mahkûm eden İstiklal Mahkemeleri... Elbette, dedelerin ya da babaların her zaman izinden gitmez çocukları... Çok farklı yerlere savruldukları görülebilir...

Ancak ne ilginçtir ki bugün yapılan yayınlar, İstiklal Mahkemeleri’nin başındaki Kel Ali’nin torunu Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’le, Şeyh Sait’in torunu kapatılma davası süren AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Fırat’ı sanki karşı karşıya getirmeyi amaçlamaktadır...

Dedeleri karşı karşıya getiren tarih, torunları da mı karşı karşıya getirmektedir?..

***


Mesela, Anayasa Mahkemesi’ne en sert eleştirileri yönelten Nazlı Ilıcak, Demokrat Parti’nin Yassıada’da hapse mahkûm olan bakanı, Muammer Çavuşoğlu’nun öz kızıdır...

27 Mayıs’ın hemen ertesinde lisedeyken Milli Güvenlik dersine giren subayın Demokrat Partilileri vatana ihanetle suçlaması üzerine, kalemi subay-hoca’nın üzerine fırlatır...

Dame De Sion lisesindeki kişisel eylemlerinden dolayı 30 gün okuldan uzaklaştırma alır...

Sonraki yıllarında Nazlı Ilıcak, hep Genelkurmay’ı en ağır eleştiren gazeteciler listesinin başında yer alacaktır... Hakkında dava açılacak, Genelkurmay’a girişi yasaklanacaktır...

İlk genç kızlık yıllarında “babasının aşağılanarak valiziyle evden apar topar alınmasını hiçbir zaman hazmedememiştir Nazlı Ilıcak...”

Sonraki siyasi hayatı hep bu hazım sorunuyla ilgili olabilir mi acaba?..

Erbakan’dan Merve Kavakçı’ya, ve şimdi AKP’ye kadar uzanan çizgide?..

Ahmet Altan 12 Mart 1971’de annesinin yanında babasını almaya götüren subayın soğukluğunu anlatır ve yaşadığı korkuyu aktarır...

O soğukluğun ve o gençlik korkusunun, bugünlerdeki Ahmet Altan’ın kişiliğinde ve söylemlerinde bir etkisi var mıdır acaba?..

Veya Şeyh Sait’in kendi torunu Dengir Mir Fırat üzerinde... Veya İstiklal Mahkemesi Başkanı Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya’nın, Osman Paksüt üzerinde...

Genlerin yüklerini taşımakta mıdır sonraki kuşaklar acaba?..

Emin Çölaşan’ın bir dedesinin Atatürk’ün Adalet Bakanı, diğer dedesinin ise İttihatçı bir albay olmasının genetik bir etkisi var mıdır Çölaşan üzerinde?..

***


Dedeler, babalar, oğullar ve kızlar...

Geçmiş kavgalar, genetik yüklenmeler, bitmeyen hesaplaşmalar... Bugünkü hesaplaşma, sadece söylenenlerden ibaret bir mücadele midir, yoksa derinlerde bir cumhuriyet belgeseli ya da hesaplaşması mıdır yaşananlar?..

Kendi adıma şu soruyu sormaktayım...

Cumhuriyet’le çatışmamış babam ve dedeme teşekkür mü etmeliyim, yoksa onları eleştirmeli miyim?..

Sanıyorum her şeye rağmen “varolmanın dayanılmaz hafifliğini” genetik hafiflikten dolayı yaşamaktayım...

16 Haziran 2008 Pazartesi

‘Kan emiciler’ sırtımıza 1850’lerde bindiler...Yiğit Bulut

Dünya üstünde parası olana ölüm yok; gönder Türkiye’ye, nominal olarak yüzde 20’ye yakın, dolar bazında yüzde 42’lere varan yıllık faiz al! Dedim ya; parası olan için “bu topraklar” bulunmaz fırsatlar sunuyor! Ya parası olmayan emekçiler? Onlar da “çalışıp” faize giden parayı çıkarıyorlar!


Sevgili dostlar, faiz konusunu defalarca “gündeme” getirdim ve her zaman “bu çarkı kırmamız gerektiği” fikrini net olarak savundum. Konu hakkında “araştırma” yaparken defalarca geçmişte de aynı olduğunu gördüm. İşin bir de ilginç dönemeçleri var; ne zaman faiz çarkından kurtulmaya kalksak, içeride “uç noktalara” varan “olaylar” oluyor. Dışarıdan da “sağlam” müdahale yok değil. 2001 krizinde Türkiye “borç sarmalından” çıkmasın diye, uçağa konup gönderilen ve iner inmez “Türkiye için en önemli olay sürdürülebilir borç dinamiğidir” diyen Kemal Derwish’i hala unutmadık!

Neyse Soner Yalçın’ın son kitabında yaptığı araştırmadan yararlanarak bazı notları size “alıntılar halinde, araya bazı ekler de yaparak aktarmak istiyorum”. İşte Soner Yalçın’ın “derlediği” gelişimin bir bölümü;

“..Sadrazam Mahmud Nedim Paşa daha iki gün önce, “Osmanlı Devleti faizleri yarıya mı indiriyor” sorusunu yönelten Reuters muhabirine, oruçlu ağzıyla yalan söylemek zorunda kaldı: “Bunların hepsi dedikodu!”...Bu demeç üzerine, Avrupa Borsaları rahatladı...Osmanlı, son yıllarda aldığı borcu ancak borçla ödüyordu...Dış borcu 4.811 milyon franktı...Osmanlı Bankası ve Galata bankerlerine olan borcu ise 190 milyon franktı...Devlet hazinesi tamtakırdı. Moratoryum kaçınılmazdı...

Mahmud Nedim Paşa’nın konağında sabaha kadar süren tartışmalardan sonra karar alındı: Ana borç ve faizinin ancak yarısı ödenecekti. Yarısı için ise beş yıllık ve yüzde 5 faizli tahvil verecekti...Kararın dışarıya, borsaya sızmaması gerekiyordu. Toplantıya katılanlar Kuran-ı Kerim üzerine el basıp yemin ettiler...

Bu noktada gelin biraz başa dönelim. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı’nın “devletçi ekonomisi” yok edilirken, yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. İthal gümrükler yüzde 12’den yüzde 3’e düşürüldü...Osmanlı ucuz ithal mallar cenneti yapıldı...Osmanlı finans ihtiyacını İstanbul’daki bankerlerden karşılamaya başladı. Fakat zamanla bu banker ve sarrafların ekonomik gücü, hükümeti ve ekonomiyi finanse edemez duruma geldi...

Aynı dönemde Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin ikinci aşaması finans kapitalin doğduğu süreç başladı. Halkın elinde finans, tasarruf fazlası vardı. Ve halkın parasını değerlendirecek aracı finans kurumları ortaya çıktı. Avrupalı aracı kurumların koşar adım geldikleri ülkelerin başında Osmanlı vardı...

Osmanlı Hazine’si kısa vadeli borçlanmayla bile yüzde 22-24 gibi faizler veriyordu... Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı tasarrufları için kendi ülkelerindeki yüzde 3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine kuşkusuz Osmanlı piyasasını tercih etti...Borsa oyunlarıyla kolay para kazanma yollarının açılması üzerine birçok yabancı banker, simsar, kumarbaz Galata Borsası’na akın etti...Sonunda ne oldu ? Sultan Abdülaziz askeri bir darbeyle koltuğundan indirildi. Tarih 30 Mayıs 1876’ydı. Ekonomik kararların alınmasının üzerinden daha 7 ay geçmişti.

Benzer uygulamalarla ilgili Cumhuriyet döneminden örnekler sıralayıp bu konuyu kapatalım:

1946 Başbakan Recep Peker, devalüasyon oranı yüzde 53, düşürüldü..

1958 Başbakan Adnan Menderes devalüasyon yüzde 60, düşürüldü...

Ağustos 1970 Başbakan Süleyman Demirel devalüasyon oranı yüzde 40, düşürüldü...

Ocak 1980 Başbakan Süleyman Demirel devalüasyon oranı yüzde 35, düşürüldü...

Nisan 1994 Başbakan Tansu Çiller devalüasyon oranı yüzde 50, düşürüldü...

Şubat 2001 Başbakan Bülent Ecevit devalüasyon oranı yüzde 50, düşürüldü...İlginçtir; bizim tarihimizde ağır ekonomik kararları alan hükümetlerin başına gelenler ile Sultan Abdülaziz’in başına gelenler benzerdi...”

Sevgili dostlar, bu satırlar sonrası daha fazla bir şey söylemeye gerek var mı! Türkiye, bu “kapandan kurtulamadığı” sürece, kalkınması, gelişmesi, kendi vatandaşının hakkını “vermesi”, mümkün değil! Hepimiz 5.000 gerçek-tüzel, dünya geneline yayılmış “faiz alıcısına” çalışıyoruz! İyi çalışmalar!

Mustafa Kemal’in üstlendiği sorumluluk





Mustafa Kemal’in üstlendiği sorumluluk


Ahmet Oğuz Bahadır

Düşmanın Geliboluda Sed–ül Bahr ve Arıburnu’na asker çıkararak saldırıda bulunmasının ana hedefi, Kilid–ül Bahr yaylasını ele geçirerek, Türk birliklerini imha ederek Boğaz kıyılarını elde ederek Marmara’ya geçmekti. Fakat 25 Nisan 1915’den beri yapılan bütün saldırılarda bu hedefe Türk savunması karşısında ulaşamadı.
30–31Mayıs 1915’de Ağıl Dere vuruşmasında Mustafa kemal büyük bir tehlikeyi sezer ve 5. Ordu karargahından tedbir alınmasını ister. 1–2–8 Haziran tarihlerindeki yazılarımda Mustafa kemal’in düşüncelerini yazdım. Bir Tümen komutanı olarak üst makamlara, düşmanın, Arıburnun’dan başka, Suvla, Ağıl Dere, Sazlı Dere, Anafartalar, Conk Bayırı ve Koca Çimen Tepe yolu ile Boğazın Gelibolu sahiline ulaşabileceğini ve bu bölgenin yeni bir askeri düzenle berkitilmesini bildirir. Bir önlem alınmadığını görünce, bu konuda Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın dikkatini çekmek için 8 Haziran tarihinde yazdığı raporla Sazlı Dere ve Azmak bölgesinin 19 Tümen komutanlığının sorumluluğunda alınmasını ister. Çünkü 19. Tümenin askeri gücü ile bu bölgenin berkitilmesi mümkün değildi. Kolordu Komutanı Esat Paşa 8 Haziran 1915 de cevap verir. Cevap olumsuzdur. Bu cevapta üst kademe komutanlarının (Liman Paşa ve Esat Paşa) kendisini anlamadığını görür. Mustafa Kemal, raporlarında Gelibolu Yarımadasında Boğaz kıyılarına giden yolun büyük bir tehlike teşkil ettiğini, tehlike gelmeden yeni bir askeri düzenle önlem alınmasını istemektedir. Mustafa Kemal’e göre düşman kuvvetlerinin hareket kabiliyetinin, deniz yolu ile donanma koruyuculuğunda daha kolay olduğunu belirtir. Gelibolu‘da arazi dağlık olduğundan ve de yolların olmamasından ulaşım çok zordur. Yedek veya başka cephelerdeki birliklerin savunma için gönderilmesi günlerce sürer. Bu sırada da düşman boğaz kıyılarına ulaşabilirdi. Çünkü düşman Suvla–Ağıl dere–Sazlı Dere’ye çıkan düşman kısa zamanda Anafartalar, Conkbayırı üzerinden Koca Çimen tepeye ulaşır. Eğer bu yol üzerinde önlemler alınmazsa düşmanın rahatlıkla Boğaz kıyılarına ulaşabileceğini belirtmek istiyor. Yani bir Türk atasözüne göre yumurta kapının ağzına gelince folluk artamaya gitmeyelim demek istiyor. Ama aldığı cevaplarda sorumluluk sende diyorlar. 19. Tümenle bu sorumluluğu nasıl yapabilirdi. Fakat düşmanın savunulmasında geç kalmamak için 9 haziran 1915’de karşılık verir. “Sazlı ile Azmak arasındaki mıntıkanın bendenizce görülen ehemmiyeti ve buna nazaran sret–i setr (örtülme) ve temini hakkında 8 haziran 1915 ve 1914 numaralı tahriratta (yazıda) tamamen arz ve izah–ı maksat edememiş olduğuma hükmederek derim ki, düşman ilk malik olacağı fazla kuvvetlerini buraya çıkaracak ve Koca Çimen silsilesini tutmağa teşebbüs edecektir. Bu itikatta bulunduktan sonra bir tabura kumanda itmekle burasının taht–ı teminde bulunduğuna iman etmek ve yalnız 19.fırka cephesindeki faaliyete hasr–ı iştigal eylemek bilmem ne dereceye kadar mümkün olabilir.”
19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal, 5.Ordu Komutanı Liman Paşa, Kolordu Komutanı Esat Paşa’yı, Ağıl Dere ve Sazlı Dere kıyılarının savunulmasında sorumlu tutmakta ve tehlike gelmeden gerekli savunma önlemlerinin alınmasını istemektedir.
7 Haziran 1915 günü Londra’da toplanan Çanakkale Meclisi, Kara Ordusu komutanı Hamilton’un 1. Tümen daha asker istemesine karşılık 3. Tümen daha göndermeyi karara alarak 4 tümene çıkarır. Londra’da, Çanakkale meclisince alınan bu karar 9 Haziran 1915 de İngiltere hükümetince kabul edilerek 4. Tümenin daha gönderilmesi için hazırlıklar başlar.
Bu 4 İngiliz tümeni nereye çıkarılabilirdi? Sed–ül Bahr veya Arıburnu cephelerine çıkarılamazdı. Çünkü kıyıda dört tümeni daha alacak yer yoktur. Olsa, olsa bu tümenler Suvla–Ağıl Dere–Sazlı Dere–Azmak bölgesine çıkarılabilirdi. Albay Mustafa Kemal, iki ay sonra gelebilecek tehlikeyi gören komutandır.

Keşke İngilizler gelseydi! Muharrem Bayraktar mesaj..

Muharrem Bayraktar mesaj..

Kanal 1’de yayınlanan Teke Tek programında Fatih Altaylı’ya konuk olan iki türbanlı öğrenciye Altaylı şu soruyu soruyor: “Eğer Atatürk olmasaydı burada belki de İngilizler vardı, Fransızlar vardı. Atatürk bunu sağlamadı mı?” Nuray Bezirgan adlı kızın cevabı şöyle: “Yani İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı. Zaten mesele bu yani!” Evet, türbanlı kızımızın “Keşke bizi yönetselerdi” diye arzuladığı İngilizler, Amerikalılarla kol kola vererek şu sıralarda “daha özgür bir hale getirmek için!” girdikleri Irak’taki Müslüman kızların, oradaki Nuray’ların ırzına geçiyor. Hem de on binlercesinin.

Ama bu kızlarda bir kabahat yok. Onların destek verdiği AKP’nin Dışişleri Bakanı Brüksel’e koşup, Avrupalı meslektaşlarının huzurunda “Türkiye’de Müslümanlar haklarından mahrum” diye kendi ülkesini (bakanı olduğu ülkeyi!) şikayet ederse Nuray Bezirgan’lar da “ağabeylerinin” peşinden gidecek elbet!
Ne garip bir tesadüf, Türkiye’de ismi “Nuray” olan bir kız ekranlara çıkıp “Keşke bizi İngilizler yönetseydi” diye haykırırken, İngilizlerin yönettiği Irak’ta bir başka “Nur” isimli kız ise orada olup biteni bakın nasıl anlatıyor:

“Halkıma, Ramadi`nin, Halidiye`nin ve Felluce`nin insanlarına; erdem ve onurlarını kaybetmeyen tüm dünyadaki insanlara...
Bu size, Amerikan–Siyonist hapishanesi Ebu Garib`ten kardeşiniz Nur`un mektubudur.
İnanın buradaki aşağılanmayı, sefaleti ve haysiyetsizliği size nasıl anlatacağımı, kelimelere nasıl dökeceğimi bilemiyorum.
Siz sıcak evlerinizde karınlarınızı doyurup sevdiklerinizle bir arada otururken bizim maruz kaldığımız aşağılanma ve çektiğimiz açlığı, sizler su içerken çektiğimiz susuzluğu, sizler derin uykuda iken Amerikalıların bize yaşattığı uykusuz geceleri, sizler giyinikken bizim yaşadığımız çıplaklığı, bizi soyup önlerinde sıraya dizmelerini nasıl anlatabilir, nasıl kelimelere dökebilirim...
Kardeşlerim;
Allah’a yemin ederim ki, yaşadıklarımızı dile getirmekten acizim. Bundan ar ediyorum. Ama yine de kelimelere sığınarak size olanları anlatacağım. Amerikalıların bizlere yaptığı haysiyetsizlikleri, çektirdiği eziyeti, işkenceyi ve aşağılanmaları elimden geldiğince anlatacağım...
Hayvani zevklerinin aracı olmadığımızda, kendimizi şehvetlerine teslim etmediğimizde bizi nasıl öldüresiye dövdüklerini ifade etmeme izin verin...
Siz ey bizim dini liderlerimiz olarak ortalarda tozup gezenler!
Amerikalıların bize reva gördüğü bu cinsel ve hayvani eziyetler karşısında hâlâ nasıl oluyor da açık alınla ortalarda görünebiliyorsunuz?
Peygamber Efendimiz’in en değerli hazineniz buyurduğu haysiyet ve şerefinizi çiğnetmekten pek sıkılmış gibi görünmüyorsunuz.
Biz çoktan ölüme razıyız. Burayı yerle bir edin!
Hepimizin karnında onların piçleri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız!
Size yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalılar`ı ve onların piçlerini öldürün!
Allah rızası için! Size yalvarıyoruz.”

Yukarıdaki uzun feryadın mektubunu kısaltarak aktardım. Eğer Nuray Bezirgan’ın istediği olsaydı, Türkiye’yi İngilizler yönetseydi “Nurların karnında Amerikan piçleri” olacaktı.
İngilizlerin Afrika kıtasını ele geçirdikten sonra oradaki Müslümanların başına nelerin geldiğini, nasıl dinlerini ve dillerini kaybettiklerini, babaları, dedeleri Müslüman olan Arapların bugün nasıl “ana dili İngilizce olan Araplar” haline getirildiğini bu kızlarımıza kimse anlatmamış anlaşılan.
Başörtülü öğrencilerin örtüleri ile okuma hakkına sahip olmalarını sonuna kadar savunan bir kişi olarak “İngiliz emperyalizmine alkış tutan böyle bir zihniyete yuh diyorum!”
Onları bu noktaya getiren, örnek aldıkları ağabeylerine yuh diyorum!
Yıllardan beri bu ülke Müslümanları için “AB’yi tek kurtuluş reçetesi olarak” iden siyasi güruh, eseriyle ne kadar övünse azdır.

12 Haziran 2008 Perşembe

Ne oldu; rahat sömüremediniz mi?yigit bulut -finansanaliz/yorum

Mudoda Outlet FırsatlarıÇok Özel Fiyatlara Alışveriş Şansı Güvenli Ve Online Alışveriş

İmkb Al - Sat Tabloları

yigit bulut .vatan
Ekonomi gazetesi Financial Times, Türkiye’nin başta siyasi ve ekonomik gelişmeleri olmak üzere çeşitli yönleri ile değerlendirildiği “Türkiye 2008” ekini yayınlamış ve şöyle buyurmuş;

“...Avrupa Birliği üyeliğine hazırlanan Türkiye, dünyayı şekillendiren fikirler ve rüzgarlardan şaşılacak kadar uzak ve yalnız... Bu yalnızlıkta, bizzat kendisi tarafından yaratılan demokratik kurumları modernleştirmeyi başaramayan, hatta onlara kuşkuyla yaklaşmaya başlayan Kemalist ideolojinin önemli bir rolü var...”

Sevsinler seni Financial Times... Ben senin, daha doğrusu bunu yazan “editörünün” aklından geçeni istersen bir de kendi bildiğim gibi yazayım. Cümlenin doğrusu şöyle; bizler yani “emperyalist dünya düzeni”, Türkiye’yi çoktan yutardı ama Kemalist ideoloji, ortaya çıktığı ilk günden itibaren bu gidişe dur dedi. Kemalist ideoloji, Türkiye’yi hala tam olarak ele geçirmemize engel oluyor ve istediklerimizi, her istediğimiz konuma getirmemize rağmen, “Kemalist ideolojinin hakim olduğu Kurumlar, planlarımızı bozmaya devam ediyor...”

Bu noktada Financial Times editörüne soralım; nasıl oldu mu? Gerçek düşüncelerin ortaya döküldü mü!

Sevgili dostlar, bu noktada aklıma başka bir sahne geldi. Kurtlar Vadisi Irak filminde Amerikalı albay ile kahramanımız arasında geçen ve aynen Financial Times ukalalığına benzer detaylar içeren konuşma geldi... İlk etapta seyretmeyenler veya unutanlar açısından bir sahneyi tarif etmemde yarar var: Kahramanımız Amerikalı görevli ile tartışıyor ve bu sırada Amerikalı’nın ağzından şu tip bir cümle çıkıyor: “...Donunuzun lastiğine kadar biz vermiyor muyuz? Neden üretemiyorsunuz? Habire bizden para istiyorsunuz? Birbirinizi soyuyorsunuz? Ne zaman para istediyseniz gönderdik? Artık size bakmaktan sıkıldık...”

İfade çok açık ve Türk halkına doğrudan mesaj veriyor: “... Sizler üretemeyen asalak bir toplumsunuz, biz para veririz, siz harcarsınız üstelik bu parayı da paylaşamaz birbirinizi soyarsınız...”

Tespitler örtüşüyor... Kemalist ideolojiniz var ama “asalaksınız” !

Peki “bize asalak” diyenler ekonomik olarak bugüne kadar bize ne kadar “katkı sağladılar”, bizden ne aldılar, iddia ettikleri gibi her şeyimizi onlar mı verdi?

Sevgili dostlar, “Dünya kapitalist sistemini yönetenler”; Türkiye’ye, bugüne kadar hiçbir dönemde, aldıklarından fazlasını, “hatta aldıklarının onda birini” bile vermediler...

İnanmıyorsanız, elimizde sağlıklı veri seti olan “1980-2006” arası döneme bakalım;

- Türkiye 1980-2006 sonu arasında 450 milyar dolardan fazla faiz ödedi...

450 milyar faiz ödediğimiz dönemde, sadece 80-100 milyar dolar arası değişen bir yatırım yaparken, 250 milyar dolara yakın da bir personel giderimiz oldu. Bu noktada ortaya çıkan çarpıcı veri personel giderimiz ile yatırım yaptığımız tutarın toplamı ödediğimiz faiz kadar olamadı...

Yatırım harcamalarımız son 26 yılda 2.5-3 kat arasında bir artış gösterirken, iç borç faiz ödemelerimiz “75’ten”, dış borç faiz ödemelerimiz ise “19 kattan” fazla arttı...

İç ve dış borçlara ödediğimiz faizdeki artış oranı, ilk başladığı noktaya göre ortalama 50 kattan fazla bir artış gösterdi...

“Batırılan bankaların” (filmde “Birbirinizi soyuyorsunuz o yüzden kalkınamıyorsunuz” dediği kısım) maliyeti 1980-2005 arasında 44 milyar dolar olurken, ödediğimiz faiz 450 milyar dolar ile banka faturasının 10 katından fazla oldu... Sevgili dostlar, bunlar sadece son 25 yıl içinde ’bize baktığını’ iddia edenlere ödediklerimiz ile ilgili detaylar...

Son söz: Bu noktada ’Neden kalkınamadınız?’ diye soran Amerikalı dostumuza; “Türkiye’nin sadece 2003-2007 arasında haftada bir milyar dolar faiz ödediği dönemler oldu” diyor ve ödediğimiz “faiz ile neler yapabilirdik” detayını sorgulamak istiyorum;

Bir günlük faiz ile her ilde henüz benzeri olmayan bir hastane yapılabilir...

Sekiz haftalık faiz ile hızlı tren; İstanbul’dan Van’a kadar gidebilir...

Haftalık faiz ile 10 tane yeni üniversite kurulabilir... Dört haftalık faiz ile İstanbul-Konya arasına sekiz şeritli otoyol yapılabilir...

Bir günlük faiz ile her gün 1.000 öğrenciye bilgisayar dağıtılabilir...

Her iki haftada bir, İspanyol tipi orta sınıf bir uçak gemisi yapılabilir...

2 Haziran 2008 Pazartesi

Kraliçenin ziyareti anısına' bir petrol hikâyesi

Borsa Al - Sat Tabloları/Canlı Borsa, Grafik,Takas
Kraliçenin ziyareti anısına bir petrol hikâyesi
03.06.2008 | Bülent Ünal |referans

Avrupa'da 'Belalı Abdül' olarak nam salmış Padişah İkinci Abdülhamid'in, bugünün Irak topraklarında sahip olduğu 'emlâk-ı şahane' denilen şahsi arazilerinde bulunan petrol ve bunun miras davası açılamadan kaybedildi.

Canlı Borsa, Grafik,Takas

Osmanlı'da, bin sekiz yüz yetmiş altı yılından, bin dokuz yüz dokuz yılına kadar otuz üç yıl hükümdarlığını devam ettirmiş, Avrupa'da Belalı Abdül olarak nam salmış, belki de karalanmış Padişah İkinci Abdülhamid'in, bugünün Irak topraklarında, Mezopotamya'da sahip olduğu şahsi arazilerinde bulunan petrolün ve bunun miras davasının açılamadan kaybedilmesinin öyküsünü paylaşmak istedim sizlerle.

Ödediğimiz milyarlarca dolarlık petrol faturasına rağmen ülkemizde pek bilinir bir konu değil. Abdülhamid'in kız kardeşi Mediha Sultan'ın torunu Osmanlı hanedanından Bahaeddin Sami ölene kadar bu miras mücadelesini sürdürüyor ama Batı'nın ilkesi hep aynı: Güçlü olan haklıdır. Mahkeme açılması, hakeme, tahkime gidilmesi dahi İngilizler ve özellikle British Petrol (BP) tarafından kabul edilmediği ve başka takip edeni de olmadığı için sonuç alamadan konu kapatılıyor. Ortadoğu'nun bu zengin petrol bölgesi bugünün Irak'ında kalan Bağdat ve Musul çevresi. Bu topraklar imparatorluğun değil, "Kızıl Sultan" olarak da adlandırılan İkinci Abdülhamid'in şahsi toprakları. Bölgeyi zengin petrol yatakları nedeni ile ele geçirme mücadelesi başlangıçta Almanya ve İngiltere arasında sürerken Fransa ile Çarlık Rusyası'nın ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri'nin de ortak çıkarları haline gelmiş. Amaç Osmanlı'yı yıkmak ve bunun doğal sonucu olarak imparatorluğu parçalamak.

Petrol işletme haklarını Said Halim Paşa verdi

Mücadelenin ilk galibi "siyah altın" da denilen petrolü ele geçiren İngilizler ve onlarla birlikte hareket eden Almanlar. Bir de çoğumuzun bilmediği ama biz akranların çok iyi hatırladığı bir diğer adı da "Bay yüzdebeş" olan Gülbenkyan. Hani biz istemediğimiz için bu Musul petrollerinden elde ettiği büyük serveti ile özel müzesini Portekiz'de kuran zengin Osmanlı Ermenisi. Avantajı, hem Osmanlı'yı hem Batı'yı çok iyi biliyor olması. Bugün de varolan, otomobillerimize bol bol benzin aldığımız İngiliz petrol şirketi BP'nin de işbirlikçisi.

Almanlar, Osmanlı topraklarında ilk demiryollarını yaparken işletme imtiyazlarını ele geçirmeye çalıştıkları Bağdat ve Musul petrol yatakları aynı zamanda İngilizlerin de ilgi odağı. Almanların inşa edeceği Bağdat demiryoluna destek veren İngilizler de yolun geçeceği hattın her iki yanında yirmişerden kırk kilometrelik devasa bir alanda bulunan tüm maden ve petrol rezervlerini işletme hakkına sahip oluyorlar. Bu petrol işletme haklarını, Alman ve İngilizlere veren, bugün yalısında düğün yaptığımız zamanın başbakanı Said Halim Paşa. Düğünlerde anılmalı. Bu arada ilginç bir tespit: Bağdat, Musul petrolleri yanı sıra bizim "Petrol yok" dediğimiz ülkemizde Bitlis bölgesinin rezervlerinin imtiyazını da ele geçirebilmek için büyük mücadele veriliyor. Bu toprakların Abdülhamid'in şahsi mülkü olduğu bin dokuz yüz iki yılında çıkartılmış bir ferman ile teyit edilmiş. Abdülhamid Jön Türkler tarafından tahttan indirildiğinde şahsi malvarlıklarını Osmanlı Hazinesi'ne devrediyor ama bu konuda zamanın hükümetince alınmış ve kayda geçmiş bir resmi karar da yok.

'Emlâk-ı Şahane' denen topraklar Irak'ın oluyor

Uzun sözün kısası, topraklar padişahın, vârisleri geri alma mücadelesi veriyorlar. Bu mücadele, yirminci yüzyılın neredeyse tamamını kapsıyor. Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin çok etkili olamayan desteği de bir sonuç vermiyor. İngiltere devleti BP petrol şirketinde sahip olduğu hisselerinin tamamını bin dokuz yüz yetmiş ve seksenli yıllarda bir milyar dört yüz milyon sterline satıyor ve bu işin içinde devlet olarak olmadığını savunuyor.

BP'nin ilginç insani son teklifi: Yasal hakları olmasa da Osmanlı vârislerinin içinde bulunduğu sıkıntılı durum nedeniyle petrolden vârislere yılda 2500'er sterlin pay vermek, yani bugünün parası ile 7500 YTL yıllık ile işi kapatmak istiyorlar.

Sonuç: Musul ve Bağdat vilayetlerinde o günkü ifadesiyle "emlak-ı şâhane" denilen bu topraklar petrol imtiyazı BP'de olmak üzere yeni kurulan bugünkü hali malum Irak devletinin oluyor. Neredeyse altmış yıl süren bir dönem dava açılması dahi kabul edilmeden Bahaeddin Sami Bey'in ölümü ile kapanıp gidiyor.

Mahmut Sami, miras mücadelesini kitaplaştırdı

Bu miras mücadelesini kitaplaştıran Bahaeddin Sami'nin kardeşi Mahmut Sami. Bu yazıyı onun kaleme aldığı "Abdülhamid'in Petrolleri" kitabından yararlanarak hazırladım. Kitabevi Yayınları'ndan 2007 yılında çıktı. Merak edenler için öneririm.

Akla gelen soru şu: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak çalıştık, didindik, Osmanlı'nın borçlarını son kuruşuna kadar ödedik. İllaki bizi de yanınıza alın dediğimiz Batılı dostlar, akıllarına geldikçe Osmanlı'nın Ermeni meselesi, şuyu, buyu diye maraza çıkartıyorlar.

Siyasette her ne kadar kendimizi Avrupa Birliği'ne (AB) kötülemek, şikâyet etmek gibi bir alışkanlık edinmeye başlasak da bizim saygıdeğer hukukçularımız, tarihçilerimiz, politikacılarımız biraz yüreklenip bir araya gelse, şu "emlak-ı şâhane"yi arada bir gündeme getirmeye çalışsa iyi olmaz mı?

'İngiliz Mehmet' olmadı 03.06.2008/ Yiğit Bulut / Yorum

Dün Türkçe Olimpiyatlarını izledim. Dışarıdan bakınca organizasyonu yapan guruba karşı baştan pozisyon taşıyanlar ve dürüstçe söyleyeyim, ekran karşısına geçerken ben dahil, ön yargıyla izlemeye oturduk. Program ilerledikçe özellikle çok uzak diyarlardan Türkçe konuşan çocuklar sahne aldıkça, organizasyon hakkında fikrim değişti. Güzel düşünülmüş ve Türkçe adına iyi tasarlanmış bir yarışmaydı. Yalnız organizasyonun tam sonunda çok büyük bir yanlışı oldu. Türkçe adına yapılan bir yarışmada, Türk dünyasından bahsedilirken, ödül vermek için sahneye "İngiliz Mehmet'in" çağrılması yani Mehmet Şimşe...haberin devamını okumak için tıklayınız

Emre Kongar'ın Resmi Internet Sitesinden alıntı

AB ve ABD'nin Türkiye'ye Çarpık Bakışı. AKP, hiçbir işe yaramayacak bir değişiklik ile 301'inci maddeyi kabul etti: AB ve ABD'den AKP'ye alkış. 1 Mayıs'ta inanılmaz bir devlet terörü: ABD ve AB'den çıt yok. İlhan Selçuk'un evi sabah 4:30'da basılıyor, gözaltına alınıyor: ABD ve AB'den çıt yok. Elif Şafak sadece yargılanıyor: AB ve ABD'de yer yerinden oynuyor. Sünni Müslümanlara, bizzat Müslümanlar tarafından Türban baskısı uygulanıyor: AB ve ABD'den çıt yok. Buna karşılık, Türkiye'de inanç özgürlüğü konusunda Müslümanlara laik baskı yapıldığı konusunda AB ve ABD'den eleştiri sesleri yükseliyor. AKP rejimin temellerini dinci bir sisteme doğru kaydırıyor: AB ve ABD'den çıt yok. Bu yaptıklarından dolayı AKP aleyhine Cumhuriyet Başsavcısı tarafından dava açılıyor: ABD ve AB'de yer yerinden oynuyor. Bu kadar çarpıklık karşısında söylenecek tek söz kalıyor: "İnsaf!" http://www.kongar.org/

ciziyorum

1resim yazı1resim yazı1resim yazı1resim yazı

http://www.aa.com.tr/images/stories/BANNER/aa_468x60.gif

Anadolu Ajansı Güncel Haberler

Kerkuk.NET

aktif haber

VOA News: Türkiye

BBCTurkish.com | Haberler | Ana Sayfa

7

Turkmedya Com

Dünya Gazetesi - Son Dakika Haberleri

haber7com sondakika

reklamstor

sondakika h/3

NTVMSNBC

VOA News: Tüm Haberler

Hürriyet ANASAYFA

CNN TÜRK

Borsa Haberleri

TriaFX | Türkiyenin Forex Sitesi | Forex | Parite

Referans - Türkiye"nin iş gazetesi

Referans - Türkiye"nin iş gazetesi

Vatan Gazetesi

leman /times cartoon

Star Gazete Online

TGRT HABER © 2008 [ Dünya ]

SABAH Gazetesi - Son Dakika

CNN TÜRK

Hürriyet Spor Anasayfa

Cihan Haber

Ekonomi

Başlıca Yabancı Kaynaklar

CNN (ABD) New York Times (ABD) Usa Today (ABD) Washington Post (ABD) Der Spiegel (Almanya) Die Welt (Almanya) Zeitungen Deutschland (Alm) Gazetat (Arnavutluk) The Australian (Avustralya) Zeitungen Österreich (Avusturya) Le Soir (Belçika) Jornais (Brezilya) Ceske Noviny (Çek Cumhuriyeti) Jornais do Brasil (Brezilya) China Online (Çin) Danske Aviser (Danimarka) Ajalehed (Estonya) Suomen Sanomalehdet (Finlandiya) Journaux (Fransa) Lemonde (Frana) Liberation (Fransa) Dernieres Nouvelles d'Alsace (Fransa) Tous les journaux (Fransa) Sve Novine (Hırvatistan) Nederlandse Kranten (Holl.) Guardian (İngiltere) Newspapers in the UK (İng.) The Sun (İngiltere) Newspapers in Ireland (İrlanda) Periodicos (İspanya) Tidningar Sverige (İsveç) Zeitungen Schweiz (İsviçre) Giornale (İtalya) Corriere Della Sera (İtalya) Giornali Italia (İtalya) Japan Times (Japonya) Avizes (Letonya) Laikrasciai (Litvanya) Ujsagok (Macaristan) Ahram (Mısır) Aviser Norge (Norveç) Dawn (Pakistan) Polskie Gazety (Polonya) Jornais Portugueses (Portekiz) Ziare Romanesti (Romanya) Interfax (Rusya) Slovenske Noviny (Slovak.) Slovenski Casopisi (Slovenya) Efimerides (Yunanistan)

amazon